Bugünün dünyasında sanatın amacını düşündüğümde antropolog Tim Ingold’un “Antropoloji içinde insanlar olan felsefedir” deyişi geliyor aklıma. Artık izleyiciyi de içeren bir antropoloji olarak sanatın, alternatif veya geçici toplulukları, hatta tek kişilik kabileleri kucakladığı söylenebilir. Konu geçmiş olduğunda ise sanat, Walter Benjamin’in sözleriyle “yitirilmiş” veya alternatif Tarihlerin bir arkeolojisi halini alır.

Dünya giderek moleküllerine ayrılırken antropoloji ile sanat artık eskide kalmış sosyolojik, etnik, cinsel veya politik kitle sistemlerinin uğradığı tahribatı gözler önüne seriyor. Bütün ulus-devletler sürekli bir yeniden yapılanmaya yol açacak şekilde içlerinde altkültürleri, mikro-kültürleri, dışarıdan gelen akışkan tekillikleri, göçleri ve kültürel yeniden tanımlamaları barındırıyor.

Egemen ekonomiyle içinde yaşadığımız çevre arasında doğrudan bir bağ kuran Antroposen (veya, daha doğrusu Kapitalosen) çağına girerken, günümüz antropolojisi, yalnızca insan türünü merkeze alamaz. Bu merkezsiz dünyada antropoloji de sanat da bakış açılarının çokluğuyla yakın temas halinde olmak ve Batı’nın “ilerleme” vizyonunun ötesine geçerek, Viveiros de Castro’nun terimiyle gerçek bir “perspektivizm” icat etmek zorunda.

Merkezden yoksun bir mekân neye benzerdi peki? Claude Lévi-Strauss, daha 1960’larda, beşeri bilimlerin mutlak hedefini insanı “çözeltmek” olarak görmüştü. Altmış yıl sonra bugün, antropoloji de güncel sanat da artık kanonik Batı geleneğinden gelen doğa ve kültür ayrımı fikrinin sona erdiğini kabul ederek hayvanları, bitkileri, mineralleri ve makineleri kucaklıyor: Kültürü doğaya, doğayı ise kültüre geri kazandırıyor. İnsan eylemlerinin doğaya etkisi her şeyin birbirine bağlı olduğu bir dünya yaratırken, Antroposen fenomeni de elbette bu farkındalığın oluşmasında rol oynadı. Sanat, insan ile insan olmayanı birbirine bağlayan küresel yaşamın antropolojik bir araştırmasına dönüştü.

Ansızın kendini tanımadığı bir toplumun içinde bulan bir antropoloğa benzeyen izleyicinin gözünde, her sanatçı “yabancı” ya da “yaban” olarak değerlendirilebilir. Sanat, bu iki yabancının karşılıklı tozlaşabildiği yegâne bölgedir. “Yabanbilim [zenoloji]” derken kastettiğim de bu: Gerçekliği tanımlarken ötekiliklerin, tekilliklerin ve başkalıkların çeşitliliğine –hatta genişletilmiş, neredeyse moleküler bir çeşitlilik fikri gibi tahayyül edilen yenilenmiş bir “egzotizm” anlayışına– başvurmak. Yaban(cılığı) ve farkı fetişleştirmeye kaçmadan ama.

Antroposen’in en görünür sonuçlarından biri, “Yedinci Kıta” adı verilen devasa atık yığının oluşumu oldu: 3,4 milyon kilometrekare genişliğinde yer kaplayan, 7 milyon ton ağırlığında yüzen plastik. Yedinci Kıta, merkezsizleşmiş bir dünyanın antropolojisi ve çağımızın bir arkeolojisidir. Günümüzün sanatsal üretimini, bilindik kıtalarla devasa yapıların çok uzağında yer alan bir farklılıklar takımadası ve çoklu evren olarak sunar. Yedinci Kıta, sanatı insanın etkilerini, takip ettiği yolları, bıraktığı izleri ve insan olmayanlarla etkileşimini araştıran moleküler bir antropoloji olarak tanımlar.

Nicolas Bourriaud
Küratör, 16. İstanbul Bienali

Yukarı
madebycat ®